Tarihi gerçekleri öğrendikçe, bugünümüzü daha iyi kavrıyoruz.Hicaz’ın, Filistin’in , Suriye’nin, Lübnan’ın, Yemen’ in, Kudüs’ ün bizim dediğimiz, 19. yüzyılın sonunda, Osmanlı İmparatorluğunun durumunu, Falih Rıfkı Atay Zeytindağı adlı kitabında çok veciz bir şekilde şöyle anlatıyor.
“Zeytindağı’nın tepesindelim. Lüt denizine ve Gerek dağlarına bakıyorum.Daha ötede, kızıl denizin bütün sol kıyısı, Hicaz ve yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’ dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir yandan suveyş Kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben büyük bir imparatorluğun çocuğuyum.
….Biz Kudüs’ te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmiyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizim değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.
Kamame kilisesinin Hırıstiyan milletler arasında bölünmüş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdir. Anahtar bir hocada durur. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın görevini yapıyoruz. Ticaret, kültür,çiftlik, endüstri, binalar her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı.
Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’ e az rastgeliyordum. … Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi.
Suriye, Filistin ve Hicaz’da:
– Türk müsünüz?
Sorusunun birçok defalar cevabı:
-Estağfurullah! İdi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buraralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.
Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
….Anadolu’yu aşıp Halep kapısına vurduğumuz zaman, bayındırlık ve kalabalık görmeye başlıyorduk. Halep, büyük bir şehir, Şam büyük bir şehir, Beyrut büyük bir şehir, Kudüs büyük bir şehir, ve hepsi ağyar idi. Lübnan havası, bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi.
Fakat her yere:
-Bizim, diyorduk.
Şam, evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim… Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu.
Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için yavaş yavaş Arapça öğreniyorduk.
Medine’ yi bile bırakmıyorduk. Medine’ siz Türkiye? Bu emperyalizmin intiharı demekti.
Ne Medine’si? Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı? Aden’ e!
…..İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’ dan Erzurum’ a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milletlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi” Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)